Okuyup gerçekten etkilendiğim bir makaleyi paylaşmak istedim. Bülent Somay' a ait bir makale
Bir kaç araştırma yaptığımda da makale ile ilgili nette bir bilgi bulamadım, yayınlayayım da insanlar da benim gibi aramaya çalıştıklarında ulaşsınlar diye düşündüm. Keyifli okumalar.
Öteki Öznenin Kuruluşu "Heterosubjektivite"
Hetero-, Yunancada "başka", "öteki" ya da "farklı" anlamına gelen heteros kelimesinden türetilen bir ön takı. En yaygın popüler kullanımı olan "heteroseksüel" terimi, "diğer/öteki cinsi arzulayan" anlamına geliyor, zıddı olan "homoseksüel" ise "eş/aynı cinsi arzulayan" anlamına. Ama "hetero" öntakısının tuhaf bir kaderi de var: "Hetero" her zaman "homo"nun zıddı olarak kullanılmıyor (heteroseksüel/ homoseksüel ya da heterojen/homojen gibi); bazen "ortho"nun da zıddı olabiliyor: Ortodoks/heterodoks. Ortho Yunancada düz, dik, düzgün, doğru demek; Ortodoks ise "doğru inanç". Bunun zıddı olan "heterodoks" ise egemen inanç sisteminden farklılaşan Batıni inançlar için kullanılıyor. Demek ki hetero, "düzgün"ün zıddı anlamına geliyor bu durumda. Ama kaderin cilvesine bakın ki, "heteroseksüel" kelimesi popüler kullanımda kısalarak "hetero"ya dönüşüyor ve İngilizcede "heteroseksüel" anlamına gelen başka bir kelimenin, straight'in eşanlamlısı oluyor. Straight ise ortho ile tamı tamına eşanlamlı: Düzgün. Böylece hetero popüler kullanımda "düzgün", ama aslında "sapkın", farklı, Batıni gibi, taban tabana zıt iki anlamı içinde barındırabiliyor.
Ama işin aslına bakılacak olursa, Yunancada "heteros"un kategorik zıddı "idios": "Ben" ya da "kendi". O zaman, örneğin "hetero-seksüel"in zıddı da "idioseksüel" oluyor: "Ötekini arzulayan"a karşı "yalnızca kendini arzulayan", narsist. "Hetero"yu yerli yerinde kullandığımızda, ikilikler üzerine kurulu düşünce sistemini de terk etmemiz gerek: Kadın/erkek, düzgün/sapkın gibi, kerameti kendinden menkul, kültürel olarak türetilmiş, performatif ikilikler, "hete-ro"nun "öteki" anlamını belirli bir temsil ile sınırlıyor, hadım ediyor. Oysa "öteki", ancak "ben"in öznelliği dışında kalan her şey olarak tanımlandığında gerçek anlamına kavuşabilir. Dolayısıyla, "özne"-nin kuruluşunu ikilikler üzerine kurulu bir kimlikler sisteminin içinden değil de, "ben/öteki(ler)" yapısının içinden tasarladığımızda, gerçek anlamda altüst edici (subversive) bir dünya görüşünün çatısını da kurmaya başlamış oluruz.
Kendimizi "Türk", "erkek", "heteroseksüel", "Müslüman", "Sünni" olarak tanımlamaya başladığımızda, "öteki"lerimiz de ister istemez "Kürt" (ya da "Alman" veya "Ermeni"), "kadın", "eşcinsel", "Hıristiyan" (ya da "Yahudi"), "Alevi" olarak belirir. Ancak tersi kimlikler de aynı ikili/simetrik yapının içinde yer alırlar: "Kürt", "kadın", "eşcinsel", "ateist" kimlikleri de aynı "öteki"leri, bu kez diğer bakış açısından üretir. Başka bir deyişle, "Türk" performansı, bir "yabancı" (örneğin Avrupalı) performansını ya da bir "azınlık" performansını (örneğin Yahudi ya da Kürt) yaratmadan varolamaz. "Güçlü erkek", "zayıf, çaresiz kadını" önvarsayar. "Müslüman" olabilmemiz için, tarihsel dönemin koşullarına bağlı olarak, bir "gavur" ya da "laikçi" olması gerekir. "Eşcinsel" olmadan "heteroseksüel" olamaz. Bütün bu ikili örneklerde, "öteki"yi kategorik olarak dışlayan bir "biz" öznesi tanımlanır ve kimlik bu dışlama üzerine kurulur. Tersten gidecek olursak, bir kimlik olarak "eşcinsellik" de heteroseksüelliği dışlayarak kurulur. Liberal Özne kuruluşunda, bu dışlanan öteki'ye tolerans göstermek, onunla birlikte, yan yana varolmaya, dişlerini sıkarak da olsa tahammül etmek gerekir. Ancak burada bile, ikiliğin sınırlarını bozan, delip geçen, muğlaklaştıran ara durumlara tolerans gösterilemez: Örneğin esas olarak heteroseksüel (heteroseksist) bir dünyada yaşamak zorunda olduğunu bildiğinden ister istemez liberal bir biçimde kurulmak durumunda olan eşcinsel kimlik, çoğu kez biseksüelliğe tahammül edemez. Heteroseksüel kimlik ise biseksüelleri ancak "bunlar aslında bizden, ama arada sırada sapıtıyorlar," diyerek, içerme yoluyla kabullenebilir. Yahudilere tolerans göstermek öğrenilebilir, ama "dönme"ler kafa karıştırır. Kadın ve erkek performansları daha baştan birbirine tahammül etmek üzerine kuruludur (yoksa toplum diye bir şey varolamazdı), ancak "transvestit" bu tahammül mekanizmasının altında yatan çirkin sırrı ifşa ederek işleri karıştırır, o yüzden "artık bu kadarına da tahammül edilemez".
Kendisine bir "öteki", bir yabancı yaratarak varolabilen kimlik performansları, daima özneldirler, ama daima da nesnellik peşinde koşarlar. Kadının "nesnel olarak" zayıf, aptal, karaktersiz, dönek olduğunu "nesnel olarak" kanıtlamaya kalkışan saygıdeğer filozofları hatırlayalım (örneğin Rousseau, Nietzsche). Ya da Yahudilerin (ya da zencilerin, Kızılderililerin) "aşağı" ırklar olduğunu "nesnel olarak" kanıtlamaya çalışan etnolojik araştırmaları düşünelim. Ya da günümüzde eşcinselliği genetik bilimi yoluyla, "nesnel olarak" açıklamaya çalışan bilimcilere bir bakalım. Kendi öznelliğini nesnellik olarak yeniden tasarlamak için girişilen bütün bu çabalar, bize bu "nesnel" açıklamaları yapan kişilerin aptallığını ya da kötü niyetini göstermez; yalnızca düşünce dünyamızı üzerinde inşa ettiğimiz ikilikler yarı-diyalektiğinin sınırlarına işaret eder. Bu ikilikler "yarı-diyalektiktir", çünkü bu halleriyle içlerinde bir inkâr ânı, bir aufhebung (içerip inkâr ederek aşma) potansiyeli taşımazlar. Bu yüzden de, bu ikilikler üzerinden belirlenen özneler, daima fazlasıyla-belirlenmiş, iç çelişkiler barındıran özneler olmak zorundadır. Örneğin kendini birden çok "madun" (subaltern) konumundan hareketle özneleştiren biri (Kürt-kadın, Hintli-proleter, Iraklı-Kürt gibi), kendi özne konumunu bir (ya da birçok) kimlik politikası içinde somutlamaya kalkıştığında bir dizi açmaza düşecektir. Bu açmazların en bariz örnekleri, kendi etnik geleneksel değerlerini savunan kadınların bir yandan da o geleneksel değerlerin bir parçası olan kadının aşağılanmasına karşı çıkmak zorunda olmaları, ya da bir işçi olarak her türlü kapitalist sömürüye karşı duran kişilerin kendi (ezilen) ulus burjuvazileri ile taktiğin çok ötesinde bir uzlaşmaya mecbur kalmalarıdır. Özne kuruluşu sırasındaki kimliklerden biri ya da birkaçı madun olmadığında ise (erkek-proleter, ABD'li-siyah, burjuva-kadın gibi) işler iyice karışacak, özne tam zıt yönlere doğru parçalanacaktır. Bu parçalanma da kapitalist sömürüye karşı çıkarken aile içindeki (çok daha eski ve köklü) sömürüyü olumlayan erkeğin, ya da kadın hakları isterken çalışan sınıflar karşısında kendi ayrıcalıklı konumunu korumaya çalışan kadının durumlarında açıkça görülebilir. İki örnekte de, kimlik politikaları özneyi parçalamış, "üzerini çizmiştir".[1] "Öteki"yi yekpare bir nesne olarak tahayyül etme yoluyla oluşturulan özne, yarattığı muhayyel nesne kadar yekpare olabilir ancak: Bütün Yahudilerin "nesnel olarak" muhteris, üçkâğıtçı, tefeci olduğunu varsayarak kurulan milliyetçi/ırkçı özne daha baştan çatlak doğmuştur. Bütün kadınların "nesnel olarak" zayıf, yeteneksiz, aklı ermez olduğunu varsayarak kurulan erkek/ataerkil özne de öyle. Ama bu sahte nesnelliklerin alternatifi olarak postmodern/post-yapısalcı düşüncenin bize sunduğu intersübjektivite (özneler-arasılık) de daha iyi durumda değildir, çünkü bu kavram "öteki"yi nesneleştirme yoluyla kurulan özneleri önvarsayar ve bu öznellikler arasında toleransa dayalı, liberal bir uzlaşma önerir. Oysa aynı duruma (aslında kelimenin gerçek anlamıyla bir ikilik bile olmayan) "idios/ heteros" [ben/öteki(ler)] ikiliğinden bakılırsa, işler değişecektir:
Özbilincin öncesinde başka bir özbilinç vardır ki, kendi dışına çıkmıştır. Bunun çifte bir anlamı var. İlk olarak, kendi benliğini kaybetmiştir, çünkü kendisini başka bir varlık olarak bulur; ikinci olarak, bu yolla o öteki'yi aşmıştır [aufheben: içerip inkâr ederek aşmıştır], çünkü öteki'yi esasta gerçek olarak görmez, onda kendi benliğini görür.3
Hegel'e göre bu yolla oluşan özne ("özbilinç") ve öteki, Efendi/ Köle diyalektiğinin temelidir. Nitekim Marx, Hegel'in bu önermesini Kapital'in ilk bölümündeki bir dipnotta şöyle "okur":
Bu metalar için olduğu kadar, insanlar için de bir şekilde geçerlidir. İnsan dünyaya elinde bir aynayla, ya da "Ben benim" demekle yetinen Fichteci bir filozof olarak gelmediği için, kendini ilk kez başka insanlarda görür ve tanır. Peter bir insan olarak kimliğini ilk kez kendisiyle aynı cinsten olan Paul ile kıyaslayarak oluşturur. Böylece Paul, kendi Paul kişiliği içinde, Peter için insan türünün tipi haline gelir.5
Lacan ayna evresini tarif ederken, "ayna"nm olgusal varlığının şart olmadığını, ben/beden sınırlarını oluşturmak için "ayna niyetine kullanılabilecek" başka beden imgelerinin yeterli olacağını da belirtir. Bu başka ben/bedenlerin başında annenin bedeni gelir. Bu ayna/beden hem kendisi gibi olunması gereken, hem de arzulanan bir bedendir; dolayısıyla olma/arzulama diyalektiğinde, anne bedeni bir neksus, bir kesişim noktası oluşturur. Ancak anne arzusu tüm çocuklar için (ensest), anneyle bedensel bir özdeşlik kurmak ise erkek çocuklar için (transvestitizm) yasaktır. Dolayısıyla ayna evresinin olma/arzulama diyalektiği, toplumun ensest yasağı kuralı öğrenildiğinde tüm çocuklar için bir yanından sakatlanır. Heteroseksist yasaklar öğrenildiğinde ise, erkek çocuklar için diğer yan da sakatlanmış olur. Böylece, içinde yaşadığımız simgesel düzen erkek bir simgesel düzen olduğu için de, ben/öteki ilişkisinin arketipi olan anne, ne arzulanmasına, ne de özdeşleşilmesine izin verilen bir "öteki" olarak, dolayısıyla ancak nesne olarak kavranabilen bir "öteki" olarak kurulur. Demek ki, öteki'nin bir özne olarak tasarlanabilmesi, erkek/heteroseksist simgesel düzen tarafından engellenmiştir.
Oysa, olamayacak bir nesnellik peşinden koşmaya, ya da nesne/öteki'lerin salt simgesel düzen içinde tasarlanan öznelliğine tolerans göstererek "intersübjektif' olmaya karşı önerilebilecek tek altüst edici alternatif, özne olarak tahayyül edilen ötekilerin öznelliklerini kabul etmektir. Bu durum da, kendini tek özne geri kalan her şeyi nesne olarak tasarlayan idiosübjektif tutuma karşı, heterosübjektif bir konum belirlemekle yapılabilir. Ancak kendi dışımızdaki öznelerin varlığını (kerhen ya da salt sözel/simgesel düzeyde değil) imgesel/muhayyel düzeyde kabullenebildiğimizde, kendimize dışarıdan bakabilecek bir konumu da kabullenmiş oluruz. Bu da "kendi üzerine düşünebilme"nin (self-reflexivity) olmazsa olmaz koşuludur.
[1] Bu "parçalanmış özne", Lacan'ın üzeri çizilmiş öznesinin (S barrée) toplumsal/kültürel düzeydeki karşılığıdır.
hanimiş beyaz tavşan....
Friday, January 26, 2007
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
1 comment:
hmm burada denecek bir kac sey var aslinda, ama ben olarak yazmaliyim ki yorum sahipligini edineyim. uzun zamandir algilarim konusunda supheye dustugum bir çok seyi ( dunyayi gorusumdeki sakatlik en basit olarak) aciklamakta anahtar olabilir bu makale. kisa ve oz gorunusunun altinda daha da derinlemesine anlama/kavrayis gerektirdigi ise su goturmez. tanidigim herkes icin 2 kez okunmasini tavsiye etmek durumundayim (tek seferde kavrayan varsa beri gelsin elinden operim).
Post a Comment