hanimiş beyaz tavşan....

Friday, January 26, 2007

Öteki Ben ( Bülent Somay Makalesi )

Okuyup gerçekten etkilendiğim bir makaleyi paylaşmak istedim. Bülent Somay' a ait bir makale
Bir kaç araştırma yaptığımda da makale ile ilgili nette bir bilgi bulamadım, yayınlayayım da insanlar da benim gibi aramaya çalıştıklarında ulaşsınlar diye düşündüm. Keyifli okumalar.

Öteki Öznenin Kuruluşu "Heterosubjektivite"

Hetero-, Yunancada "başka", "öteki" ya da "farklı" anlamına gelen heteros kelimesinden türetilen bir ön takı. En yaygın popüler kulla­nımı olan "heteroseksüel" terimi, "diğer/öteki cinsi arzulayan" anla­mına geliyor, zıddı olan "homoseksüel" ise "eş/aynı cinsi arzulayan" anlamına. Ama "hetero" öntakısının tuhaf bir kaderi de var: "Hetero" her zaman "homo"nun zıddı olarak kullanılmıyor (heteroseksüel/ homoseksüel ya da heterojen/homojen gibi); bazen "ortho"nun da zıddı olabiliyor: Ortodoks/heterodoks. Ortho Yunancada düz, dik, düzgün, doğru demek; Ortodoks ise "doğru inanç". Bunun zıddı olan "heterodoks" ise egemen inanç sisteminden farklılaşan Batıni inanç­lar için kullanılıyor. Demek ki hetero, "düzgün"ün zıddı anlamına geliyor bu durumda. Ama kaderin cilvesine bakın ki, "heteroseksü­el" kelimesi popüler kullanımda kısalarak "hetero"ya dönüşüyor ve İngilizcede "heteroseksüel" anlamına gelen başka bir kelimenin, straight'in eşanlamlısı oluyor. Straight ise ortho ile tamı tamına eşanlamlı: Düzgün. Böylece hetero popüler kullanımda "düzgün", ama aslında "sapkın", farklı, Batıni gibi, taban tabana zıt iki anlamı içinde barındırabiliyor.

Ama işin aslına bakılacak olursa, Yunancada "heteros"un kate­gorik zıddı "idios": "Ben" ya da "kendi". O zaman, örneğin "hetero-seksüel"in zıddı da "idioseksüel" oluyor: "Ötekini arzulayan"a karşı "yalnızca kendini arzulayan", narsist. "Hetero"yu yerli yerinde kul­landığımızda, ikilikler üzerine kurulu düşünce sistemini de terk et­memiz gerek: Kadın/erkek, düzgün/sapkın gibi, kerameti kendin­den menkul, kültürel olarak türetilmiş, performatif ikilikler, "hete-ro"nun "öteki" anlamını belirli bir temsil ile sınırlıyor, hadım ediyor. Oysa "öteki", ancak "ben"in öznelliği dışında kalan her şey olarak tanımlandığında gerçek anlamına kavuşabilir. Dolayısıyla, "özne"-nin kuruluşunu ikilikler üzerine kurulu bir kimlikler sisteminin için­den değil de, "ben/öteki(ler)" yapısının içinden tasarladığımızda, gerçek anlamda altüst edici (subversive) bir dünya görüşünün çatısı­nı da kurmaya başlamış oluruz.


Kendimizi "Türk", "erkek", "heteroseksüel", "Müslüman", "Sün­ni" olarak tanımlamaya başladığımızda, "öteki"lerimiz de ister iste­mez "Kürt" (ya da "Alman" veya "Ermeni"), "kadın", "eşcinsel", "Hıristiyan" (ya da "Yahudi"), "Alevi" olarak belirir. Ancak tersi kimlikler de aynı ikili/simetrik yapının içinde yer alırlar: "Kürt", "kadın", "eşcinsel", "ateist" kimlikleri de aynı "öteki"leri, bu kez di­ğer bakış açısından üretir. Başka bir deyişle, "Türk" performansı, bir "yabancı" (örneğin Avrupalı) performansını ya da bir "azınlık" per­formansını (örneğin Yahudi ya da Kürt) yaratmadan varolamaz. "Güçlü erkek", "zayıf, çaresiz kadını" önvarsayar. "Müslüman" ola­bilmemiz için, tarihsel dönemin koşullarına bağlı olarak, bir "gavur" ya da "laikçi" olması gerekir. "Eşcinsel" olmadan "heteroseksüel" olamaz. Bütün bu ikili örneklerde, "öteki"yi kategorik olarak dışla­yan bir "biz" öznesi tanımlanır ve kimlik bu dışlama üzerine kuru­lur. Tersten gidecek olursak, bir kimlik olarak "eşcinsellik" de hete­roseksüelliği dışlayarak kurulur. Liberal Özne kuruluşunda, bu dışla­nan öteki'ye tolerans göstermek, onunla birlikte, yan yana varolma­ya, dişlerini sıkarak da olsa tahammül etmek gerekir. Ancak burada bile, ikiliğin sınırlarını bozan, delip geçen, muğlaklaştıran ara du­rumlara tolerans gösterilemez: Örneğin esas olarak heteroseksüel (heteroseksist) bir dünyada yaşamak zorunda olduğunu bildiğinden ister istemez liberal bir biçimde kurulmak durumunda olan eşcinsel kimlik, çoğu kez biseksüelliğe tahammül edemez. Heteroseksüel kimlik ise biseksüelleri ancak "bunlar aslında bizden, ama arada sı­rada sapıtıyorlar," diyerek, içerme yoluyla kabullenebilir. Yahudile­re tolerans göstermek öğrenilebilir, ama "dönme"ler kafa karıştırır. Kadın ve erkek performansları daha baştan birbirine tahammül et­mek üzerine kuruludur (yoksa toplum diye bir şey varolamazdı), an­cak "transvestit" bu tahammül mekanizmasının altında yatan çirkin sırrı ifşa ederek işleri karıştırır, o yüzden "artık bu kadarına da ta­hammül edilemez".


Kendisine bir "öteki", bir yabancı yaratarak varolabilen kimlik performansları, daima özneldirler, ama daima da nesnellik peşinde koşarlar. Kadının "nesnel olarak" zayıf, aptal, karaktersiz, dönek ol­duğunu "nesnel olarak" kanıtlamaya kalkışan saygıdeğer filozofları hatırlayalım (örneğin Rousseau, Nietzsche). Ya da Yahudilerin (ya da zencilerin, Kızılderililerin) "aşağı" ırklar olduğunu "nesnel ola­rak" kanıtlamaya çalışan etnolojik araştırmaları düşünelim. Ya da günümüzde eşcinselliği genetik bilimi yoluyla, "nesnel olarak" açık­lamaya çalışan bilimcilere bir bakalım. Kendi öznelliğini nesnellik olarak yeniden tasarlamak için girişilen bütün bu çabalar, bize bu "nesnel" açıklamaları yapan kişilerin aptallığını ya da kötü niyetini göstermez; yalnızca düşünce dünyamızı üzerinde inşa ettiğimiz iki­likler yarı-diyalektiğinin sınırlarına işaret eder. Bu ikilikler "yarı-di­yalektiktir", çünkü bu halleriyle içlerinde bir inkâr ânı, bir aufhe­bung (içerip inkâr ederek aşma) potansiyeli taşımazlar. Bu yüzden de, bu ikilikler üzerinden belirlenen özneler, daima fazlasıyla-belir­lenmiş, iç çelişkiler barındıran özneler olmak zorundadır. Örneğin kendini birden çok "madun" (subaltern) konumundan hareketle öz­neleştiren biri (Kürt-kadın, Hintli-proleter, Iraklı-Kürt gibi), kendi özne konumunu bir (ya da birçok) kimlik politikası içinde somutla­maya kalkıştığında bir dizi açmaza düşecektir. Bu açmazların en ba­riz örnekleri, kendi etnik geleneksel değerlerini savunan kadınların bir yandan da o geleneksel değerlerin bir parçası olan kadının aşağı­lanmasına karşı çıkmak zorunda olmaları, ya da bir işçi olarak her türlü kapitalist sömürüye karşı duran kişilerin kendi (ezilen) ulus burjuvazileri ile taktiğin çok ötesinde bir uzlaşmaya mecbur kalma­larıdır. Özne kuruluşu sırasındaki kimliklerden biri ya da birkaçı madun olmadığında ise (erkek-proleter, ABD'li-siyah, burjuva-kadın gi­bi) işler iyice karışacak, özne tam zıt yönlere doğru parçalanacaktır. Bu parçalanma da kapitalist sömürüye karşı çıkarken aile içindeki (çok daha eski ve köklü) sömürüyü olumlayan erkeğin, ya da kadın hakları isterken çalışan sınıflar karşısında kendi ayrıcalıklı konumu­nu korumaya çalışan kadının durumlarında açıkça görülebilir. İki ör­nekte de, kimlik politikaları özneyi parçalamış, "üzerini çizmiştir".[1] "Öteki"yi yekpare bir nesne olarak tahayyül etme yoluyla oluş­turulan özne, yarattığı muhayyel nesne kadar yekpare olabilir ancak: Bütün Yahudilerin "nesnel olarak" muhteris, üçkâğıtçı, tefeci oldu­ğunu varsayarak kurulan milliyetçi/ırkçı özne daha baştan çatlak doğmuştur. Bütün kadınların "nesnel olarak" zayıf, yeteneksiz, aklı ermez olduğunu varsayarak kurulan erkek/ataerkil özne de öyle. Ama bu sahte nesnelliklerin alternatifi olarak postmodern/post-yapısalcı düşüncenin bize sunduğu intersübjektivite (özneler-arasılık) de daha iyi durumda değildir, çünkü bu kavram "öteki"yi nesneleş­tirme yoluyla kurulan özneleri önvarsayar ve bu öznellikler arasın­da toleransa dayalı, liberal bir uzlaşma önerir. Oysa aynı duruma (aslında kelimenin gerçek anlamıyla bir ikilik bile olmayan) "idios/ heteros" [ben/öteki(ler)] ikiliğinden bakılırsa, işler değişecektir:


Özbilincin öncesinde başka bir özbilinç vardır ki, kendi dışına çıkmış­tır. Bunun çifte bir anlamı var. İlk olarak, kendi benliğini kaybetmiştir, çün­kü kendisini başka bir varlık olarak bulur; ikinci olarak, bu yolla o öteki'yi aşmıştır [aufheben: içerip inkâr ederek aşmıştır], çünkü öteki'yi esasta ger­çek olarak görmez, onda kendi benliğini görür.3
Hegel'e göre bu yolla oluşan özne ("özbilinç") ve öteki, Efendi/ Köle diyalektiğinin temelidir. Nitekim Marx, Hegel'in bu önermesi­ni Kapital'in ilk bölümündeki bir dipnotta şöyle "okur":
Bu metalar için olduğu kadar, insanlar için de bir şekilde geçerlidir. İn­san dünyaya elinde bir aynayla, ya da "Ben benim" demekle yetinen Fich­teci bir filozof olarak gelmediği için, kendini ilk kez başka insanlarda görür ve tanır. Peter bir insan olarak kimliğini ilk kez kendisiyle aynı cinsten olan Paul ile kıyaslayarak oluşturur. Böylece Paul, kendi Paul kişiliği içinde, Pe­ter için insan türünün tipi haline gelir.5
Lacan ayna evresini tarif ederken, "ayna"nm olgusal varlığının şart olmadığını, ben/beden sınırlarını oluşturmak için "ayna niyeti­ne kullanılabilecek" başka beden imgelerinin yeterli olacağını da be­lirtir. Bu başka ben/bedenlerin başında annenin bedeni gelir. Bu ay­na/beden hem kendisi gibi olunması gereken, hem de arzulanan bir bedendir; dolayısıyla olma/arzulama diyalektiğinde, anne bedeni bir neksus, bir kesişim noktası oluşturur. Ancak anne arzusu tüm çocuk­lar için (ensest), anneyle bedensel bir özdeşlik kurmak ise erkek ço­cuklar için (transvestitizm) yasaktır. Dolayısıyla ayna evresinin ol­ma/arzulama diyalektiği, toplumun ensest yasağı kuralı öğrenildi­ğinde tüm çocuklar için bir yanından sakatlanır. Heteroseksist ya­saklar öğrenildiğinde ise, erkek çocuklar için diğer yan da sakatlan­mış olur. Böylece, içinde yaşadığımız simgesel düzen erkek bir sim­gesel düzen olduğu için de, ben/öteki ilişkisinin arketipi olan anne, ne arzulanmasına, ne de özdeşleşilmesine izin verilen bir "öteki" olarak, dolayısıyla ancak nesne olarak kavranabilen bir "öteki" ola­rak kurulur. Demek ki, öteki'nin bir özne olarak tasarlanabilmesi, er­kek/heteroseksist simgesel düzen tarafından engellenmiştir.
Oysa, olamayacak bir nesnellik peşinden koşmaya, ya da nes­ne/öteki'lerin salt simgesel düzen içinde tasarlanan öznelliğine to­lerans göstererek "intersübjektif' olmaya karşı önerilebilecek tek altüst edici alternatif, özne olarak tahayyül edilen ötekilerin öznel­liklerini kabul etmektir. Bu durum da, kendini tek özne geri kalan her şeyi nesne olarak tasarlayan idiosübjektif tutuma karşı, hetero­sübjektif bir konum belirlemekle yapılabilir. Ancak kendi dışımız­daki öznelerin varlığını (kerhen ya da salt sözel/simgesel düzeyde değil) imgesel/muhayyel düzeyde kabullenebildiğimizde, kendimi­ze dışarıdan bakabilecek bir konumu da kabullenmiş oluruz. Bu da "kendi üzerine düşünebilme"nin (self-reflexivity) olmazsa olmaz koşuludur.

[1] Bu "parçalanmış özne", Lacan'ın üzeri çizilmiş öznesinin (S barrée) top­lumsal/kültürel düzeydeki karşılığıdır.

1 comment:

noktafa said...

hmm burada denecek bir kac sey var aslinda, ama ben olarak yazmaliyim ki yorum sahipligini edineyim. uzun zamandir algilarim konusunda supheye dustugum bir çok seyi ( dunyayi gorusumdeki sakatlik en basit olarak) aciklamakta anahtar olabilir bu makale. kisa ve oz gorunusunun altinda daha da derinlemesine anlama/kavrayis gerektirdigi ise su goturmez. tanidigim herkes icin 2 kez okunmasini tavsiye etmek durumundayim (tek seferde kavrayan varsa beri gelsin elinden operim).